20 Ekim 2012 Cumartesi

Aslan Parçası ve Ali Sami Yen Stadı


Ali Sami Yen Stadı fotoğraflarını, videolarını inceliyordum bu akşam.. 

En son, kaçınılmaz olarak Ali Sami Yen'deki son maçın ardından statta çekilen görüntüleri izlemeye başladım ve sen geldin aklıma be Aslan Parçası... 

03 Ocak 2011'de doktorun beni hastaneye çağırdığında birşeylerin yolunda gitmediği belliydi.. Akşam 17:00 sularında doktorun odasına girip doktorun karşısına oturduğumda ''kardeşinizin durumu iyi gitmiyor biliyorsunuz'' diyerek lafa başladı.. ''yaptığımız tüm müdahalelere cevap vermiyor ve artık sona geldik'' şeklinde devam ettiğinde içimden birşeyler akıp gitmişti.. ''nasıl yani?'' bile diyemeden öylece doktorun dudaklarının arasından dökülecek kelimeleri beklemeye başlamıştım.. ''en fazla 5 gün.. Bu 5 dakika da olabilir, 5 saat sonra da olabilir, 5 gün sonra da.. Ama 5 günden fazlası yok Şükrü için, bu dakikadan sonra fazla acı çekmeden hayata gözlerini yumması tek temennimiz'' demişti.. 

Dünya başıma yıkılmış vaziyette odadan çıktığımı hatırlıyorum.. Bir de babama telefon açıp kekeleyerek ''baba hemen hastaneye gel'' dediğimi... 

Doğru düzgün ne konuşabiliyor, ne görebiliyordun. Hatta yemek yiyemiyordun, doğru düzgün nefes bile alamıyordun.. Ama daha 18 yaşındaydın ve ölümü sana yakıştıramıyordum.. Kim yakıştırabilirdi ki?

Doktorun verdiği 5 günlük süre içerisinde 2 defa hayata gözlerini yummuştun, hem de her ikisi de benim kucağımda.. Doktor ve hemşirelerin müdahaleleriyle her ikisinde de 10'ar dakika sonra hayata geri döndürülmüştün.. 

6.gün olduğunda, yani 08 Ocak Cumartesi günü elinle bana yarım yamalak işaretlerle yanına çağırdığında birşeyler anlatmaya çalışıyordun. Kağıt, kalem verip ''kendini yorma aslanım, ne söyleyeceksen yaz hadi'' demiştim. Kalemi eline alıp yamuk yumuk bir şekilde ''bugün ayın kaçı?'' yazmıştın kağıda.. ''8 Ocak aslanım, hayırdır niye sordun?'' dediğimde, tekrar kalemi eline alıp ''3 gün sonra Ali Sami Yen'de son maç var ve o gün statta olacağım'' yazmıştın.. ''İyileşirsen neden olmasın aslanım'' diye geçiştirmiştim seni.. 

Haftabaşı olup doktor işbaşı yaptığında odaya geldi durumunu görmeye.. Doktor kontrollerini yaptıktan sonra doktora elinle birşeyler işaret edip yanına çağırdın. Kalemi alıp kağıda; ''yarın Galatasaray maç ben gidecem'' yazdın.. Doktora durumu izah ettiğimde ''böyle birşey imkansız Şükrü, durumun iyi değil, gidemezsin'' dedi doktor ve sen kağıda büyük harflerle ''GİDECEM'' yazdın ve kalemi defteri yere fırlattın sinirli bir şekilde. ''Şükrü yapma böyle, şuan için gitmen senin açından iyi değil, iyileş Aslantepe'ye gideceğiz beraber'' dediğimde doktor araya girip ''kendi rızanızla hastaneden çıktığınıza dair kağıdı imzalarsanız gidebilirsiniz'' dedi.. Beni kendine doğru çekip ''abi ben öleceğim ne Aslantepe'si? kağıdı ben imzalarım, maça götür beni yarın, bari Ali Sami Yen'de öleyim'' diye kulağıma fısıldadın.. 

O an kanım çekilmiş, hiçbirşey diyememiş, ''yapma böyle aslanım'' dercesine gözlerine bakıyordum.. Doktor beni odanın dışına çağırdı, ''bakın kardeşinizin durumu kritik, burdan çıktığınız an daha stada varamadan yolda ölür, sakın Şükrü'nün isteğini yerine getirmeyin'' dediğinde ''öyle birşey yapmayız merak etmeyin'' diyebilmiştim..

İsteğini yerine getirmeyeceğimizi anladığın o dakikadan itibaren sorularıma cevap vermemeye, tuvalete gideceğin zaman koluna girmeme izin vermemeye başladın. Küsmüştün bana.. Ve bu küskünlüğün 3 gün devam etti bana karşı..

Ertesi gün maç vardı ve sen gün boyunca ağlıyordun.. Gözlerinin görme yetisini %90 kaybettiğin için akşam maç saati geldiğinde tv'yi açıp sesi sonuna kadar açtım senin rahatlıkla duyabilmen için.. ''bu akşam maça gidemedik ama tv'den takip edelim hadi aslanım'' dediğimde hıçkırarak ağlamaya başladın.. 

2 gün sonra benimle konuşmaya başladığında ''abi beni niye götürmedin maça?'' diye fısıldadın, ''oğlum seni burdan çıkartsam daha stada varamadan ölebilirdin, bu sezonu siktir et, sen tedavine odaklan, seneye Aslantepe'ye 2 tane kombine alacağım, hem bak göreceksin sana söz veriyorum seneye şampiyon olacağız, seninle meşaleler yakacağız, beraber daha nice maçlara gideceğiz'' dediğimde ''abi kandırma kendini, ben öleceğim, yeni stadımızı göremeyeceğim, seneye şampiyon olursak benim yerime de meşale yak'' diye fısıldamış, içimden birşeylerin çekilmesine vesile olmuştun..

13 gün sonra, 26 Ocak 2011 sabahı seni cennete uğurladık.. Dediğin gibi olmuş, Aslantepe'yi görememiştin..

İnsanlar Ali Sami Yen Stadı'nı yad ettikçe, ben seni de yad ediyorum Aslan Parçası..

Seni de, Ali Sami Yen Stadı'nı da anılarda yaşatıyorum artık.. 

Tıpkı eskiden Ali Sami Yen'e gittiğimiz gibi, Aslantepe'ye de gittikçe seninle beraber gidiyorum..

14 Mayıs 2012 Pazartesi

Şampiyonluk; Aslan Parçası'nın

Hastane süreci içerisinde bir yandan tedavine devam ediyor, bir yandan da Galatasaray'ı takip etmeye devam ediyordun. Takım kötü maçlar çıkartıyor, üzülüyor, sinirleniyordun. Tedavin sırasında moral bozmaman gerekiyordu. 

Moralini yüksek seviyelerde tutmak istiyordum, ''bu sene boşver sen Galatasaray'ı, tedavine odaklan, taburcu olalım şu hastaneden, önümüzdeki sezon Aslantepe'de beraber maçlara gider, şampiyonluğu doyasıya yaşarız'' diyordum. Durumunun iç açıcı olmadığının sen de farkındaydın maalesef; ''abi benim burdan çıkacağım bile belli değil, ne stadı, ne şampiyonluğu'' demiştin. 

''Oğlum sana söz veriyorum, sen burdan taburcu ol, seneye şampiyon olacağız, meşaleler yakacağız sokağımızda'' dediğimde ''abi ben olmasam bile, şampiyonluğu doyasıya yaşa, benim için de meşale yak'' yanıtını vermiştin....

Bu sezon şampiyonluğu o kadar çok istedim ki... Herkesin bir sebebi vardı şampiyonluk yaşamak için.. Ama benim tek amacım; sana verdiğim sözü yerine getirebilmekti... Bu takım, bu sezon şampiyon olmak zorundaydı... 12 Mayıs Cumartesi akşamı tüm dualarım Allah'ın yüzümü kara çıkartmaması üzerineydi... Nitekim de öyle oldu... 

Maçın bitiş düdüğünün ardından, hıçkırıklara boğulmuş durumda Allah'a şükrediyordum... 10-15 dakika sonrasında görevimi yerine üzere annemlerin daireye indiğimde, annem ''bu şampiyonluk senin değil, Şükrü'mün.. Şükrü'mün sayesinde şampiyon oldunuz, cennetten izliyor, görüyor, biliyorum'' diye ağlayarak boynuma sarıldı...

Kendimi toparladığımda odana geçtim, pencereyi açtım ve meşalelere çakmağı çaktım...


O an öylesine bir huzur vardı ki içimde tarifi mümkün değil... Sözümü tutmamın, vasiyetini yerine getirmenin verdiği huzurdu sanırım bu...

Son bir sözüm kalmıştı sana; yanına Sarı-Kırmızı güllerle, çiçeklerle gelmek...

13 Mayıs Pazar günü sabahı ev halkını toparlayıp hep beraber yanına gelmek üzere yola çıktık. Pazar gününün ayrıca bir özelliği; Anneler Günü'ydü ve annemi görmek isteyeceğini düşündüm...


Sarı-Kırmızı şampiyonluk çiçeklerini de toprağa yerleştirdiğimizde benden mutlusu yoktu... Mutluluk dediysem; elbette manevi mutluluk... Ardından hasret giderdik seninle... Soğuk mermer taşıyla ne kadar giderilirse, o kadar hasret giderdik... 

Huzurlu uyu Aslanım... Huzurlu uyu... Daha nice başarılarda her zamanki gibi yanımda olacaksın... Tribünde yanyana olacağız... Hep birlikte....

22 Mart 2012 Perşembe

Şimdi Söndü Işık

Metanet eski bir hikayeymiş..

Söz vermek, özünde sözünü tutmak değilmiş aslında.. Adamlık senden bize kalan küçük bir kitapçık, her gece okuduğumuz.. Huzur; yatmadan tavana bakıp her gece 'iyi geceler' dilemekmiş o küçük velete..

O'ndan kalan hangi gülüş varsa bin katını göndermekmiş; O'na borca sayılsın diye..

Saçlarımızı kestirmekmiş kardeşlik..

Kan dilenmekmiş hastanenin kansızlarından adalet..

İsyan değilmiş yolun sonu..

Hatırlamakmış her rakı kadehinde..

Her sigarada..

Gökyüzüne bakıp 'değil elveda.. aslolan merhaba' demekmiş adamlık..

Metanet eski bir hikayeymiş..

Huzur yatmadan tavana bakıp her gece, 'iyi geceler' dilemekmiş o küçük velete..

Şimdi söndü ışık...

Sustu dudağımda sen çalan ıslık....

Dünya ahiret acımsın artık...

İyi geceler küçük dostum Şükrü..

Yarın aynı yerde, aynı saatte.....


27.01.2011 - Okan Ayaş

19 Mart 2012 Pazartesi

Doğumgünün kutlu olsun ASLAN PARÇASI


Süper ötesi bir şeydir. Hele ki yaş farkı fazlaysa işte o zaman abla/abi değil anne/baba olursunuz. Öyle güzel bir şeydir ki; ilk defa gördüğünüz, kucağınıza aldığınız zamanki gülümsemesi hiç gözünüzün önünden gitmez. Soğuktan it gibi titrerken sırf hasta olmasın diye montunuzu verirsiniz, O kurtulur, siz haftalarca hasta yatarsınız ama gene de ''keşke vermeseydim'' demezsiniz. Sizi üzgün gördüğünde gelip gözlerinizin yaşını sildikçe daha bi sarılasınız gelir. Bağırır, çağırır, kızarsınız. Nasıl bi cazgır olduğunu, bacak kadar boyuna rağmen ailenizle yaşadığınız bir çok problemin kaynağının O olduğunu bilirsiniz ne kadar kızsanız da ''neden kardeşim olsun dedim ki'' diyemezsiniz. Birazcık yüzü düştüğü zaman içiniz acır, dayanamaz, bütün kızgınlığınızı unutursunuz.


Varlığıyla yaşamımıza anlam katan, tüm yaşantımızda her zaman söz sahibi olan, karındaş kelimesinden gelen kişidir. Kardeş aslında öyle bir kavramdır ki; ‘atsan atılmaz, satsan satılmaz’ atasözündeki gibi olduğu gibi ‘et, tırnaktan ayrılmaz’ birleşimdeki nüanstır. Ailedeki anne ve babadan sonra gelmiş gibi görünse de sıralaması; annemize, babamıza anlatamadığımız bir çok yaşanmışlıklarımızı birebir bilen sırdaşımızdır. Bizim için ağlayandır kardeş, bizim için sevinen. Bizim için düşünendir kardeş, bizim için düşündüren. Kardeş; ne olursa olsun, ne yaparsa yapsın yine de affettiğimiz diğer yarımızdır bizim. Aynen bizim gibi düşünen…


Bembeyaz yumuşacık ellerini öpmeye hasret kalınandır. Sizin yanınızda büyüyen, hastalığına sağlığına, ağlamasına gülmesine, oynadığı oyunlara, ilk kurduğu cümleye şahit olunandır. Altını değiştirdiğiniz, bir bebeğe ilk dokunduğunuz, hayatın mucizesini anlama sebebinizdir yaşınız kaç olursa olsun. Anneniz kızdığında kaçırdığınız, düştüğünde kaldırdığınız, arkadaşlarıyla oynarken pencereden izleyip, hasta olduğunda sabaha kadar bekleyip nefesini kontrol ettiğiniz sorumluluk duygusunu size ilk kazandırandır; kardeş…


Sizden oniki yaş küçük olan, sizin izdüşümünüzdür. Bıyıkları yeni terlemiştir. Sizden daha heyecanlı, daha meraklı, daha akıllı ve zeki, daha yetenekli, daha masum ve daha insandır. Durup durup kendi kendinize gülümseme nedeni ve özleminizden dolayı göz yaşartandır. Sevilendir, sevdirendir; sizin O’na olan hayranlığınızı bilmeden size hayran olandır. Dünya yansa içindeki tek yorganınızdır; kardeş…


Attığı adımdan ne düşündüğünü bildiğinizi sandığınız ama sizi şaşırtabilen tek varlıktır. Kızdığınızdır, sizden korkandır, son çare olarak size bağırandır, sonra da pişman edendir. Saygısından sizi utandırandır. Can sıkandır ama eğlendirendir. ''Ne ara büyüdü'' diye sorarken kendinize, kendinizi kendisiyle dertleşirken bulduğunuzdur. Sizinle gurur duyan, kendiyle gurur duyulandır. Sizden daha yakışıklı olacağını bilmeden şu yaşında güya çirkinliğine üzülendir.


Kardeş yoğun bakıma alınır, başında beklemek istersiniz, doktorlar izin vermez. Doktorların gözünün içine bakarsınız 1-2 dk görebilmek için. Durumunuzu anlar doktor.. ''ama en fazla 3 dk'' der, içeri alır. Gözlerini açamaz haldedir, makine sayesinde nefes alıyordur. Sizi göremez, size dokunamaz ama o an kendisiyle konuşmaya başlarsınız, sanki size karşılık veriyormuş gibi.. İşte o an bağlı ellerini yukarı-aşağı oynatmaya başlar, duygulanırsınız ve o an anlarsınız; aslında siz bir bütünsünüz…


Kardeşlik benzerlik demek. Benzerim ben de kardeşime. Bir ağacın dalları gibi kardeşlik. Aynı rüzgardan etkilenirsin, aynı güneşte kavrulursun, aynı karın altında kalırsın.


Şu an yanıbaşımda olsa doya doya sarılmak, sevgimle parçalamak isterdim… Hastalığının 8 ayı boyunca ''aman benden virüs kapmasın'' diye sarılamadığımdır; kardeş…


Ve kardeş öyle bir şeydir ki; sol yanımda sızıdır…


20 Mart…

Doğumgünün…

Yaşasaydın 20. yaşını kutlayacaktık…

Ama şimdi SEN'siz 2.doğumgününü yaşıyoruz…

Her zaman da gittiğin yaşta olacaksın bizim için Aslan Parçası…


İyi ki doğdun…

İyi ki kardeşim oldun…

Şampiyon olduğumuz gün Sarı-Kırmızı güllerle geleceğim yanına…

Cennetteki hurilere selam söyle Şükrü'm…

28 Ocak 2012 Cumartesi

26 Ocak'ın Ardından

28 Ocak'ı da geride bıraktık...

Kibar bir tabirle; hayatın cilvesi... Ama en doğru söylemle; hayatın kahpeliğini, puştluğunu yaşadım geçen sene 26 Ocak ile başlayıp, 28 Ocak ile biten 3 gün içerisinde...

26 Ocak'ta gencecik bir fidanı, 18 yaşında daha değil hayatı, kendisini bile tanımayan Şükrü'mü kaybetmiş, 27 Ocak'ta kendi ellerimle toprağa bırakmıştım...

28 Ocak mı? 28 Ocak ise benim doğum günümdü...

2 senedir kutlama mesajlarına, telefonlarına nezaketen cevap vermek zorundaydım... Verdim de... Ama benim için hiçbir önem arz etmeyen bir gündü artık 28 Ocak...


Gözlerimde yine siyah yaşlar olacak
Benim doğum günümde
Senin ölüm gününde
İki duygu içimde karışacak
Bir yıl daha yaşlanacağım kime ne
Siyah güvercinler uçuruyorum nicedir
Beynimle kalbim arasında uçuyorlar
Siyahla beyaz arasında doğumum
Ölüm günün canım
Sazlardan nağmeler dökülüyor
Ağıt telinden çalıyor tüm şarkılar
Kemanlar senin için ağlıyor canım
Yaşları kalbime akıyor
Pasta kesmiyorum bu günde
Mum söndürmüyorum
Biliyorum sen o soğuk toprakta
Bilmelisin bense yaşarken ölüyorum


İbrahim Sadri'nin de söylediği gibi; bugün Pazar ve ben seni çok özledim...

22 Ocak 2012 Pazar

Sona Doğru Adım Adım

20 Ocak 2011 Perşembe..

Doktorlar bizi çağırıp ''durumda değişiklik yok, bu şekilde bekleyerek kaybedeceğiz Şükrü'yü. Son bir şansımızı denemek istiyoruz, 3 seanslık kemoterapi başlatacağız. Şayet bu kemoterapileri atlatırsa ilik nakli ameliyatına alacağız hemen'' dediler. Durumu kötüydü evet. Lokosit değeri 67bin'lerde geziyordu. Ki kemoterapiye başlayabilmeleri için 10bin civarı olması gerekiyordu. Doktorların kemoterapiye başlaması demek, Şükrü'müze altın vuruşu yapmak demekti. Bunun farkındaydık. Ve kendilerine de bunu izah ettiğimizde, ''evet farkındayız ama başka yapacak birşeyimiz kalmadı'' dediler. Aile bireyleriyle ne yapacağımızı düşünüp tartışırken, aşağı tükürsek sakal, yukarı tükürsek bıyık konumunda olduğumuzun farkındaydık.

Çok küçük bir ihtimaldi Şükrü'müzün 10 gün içerisinde alacağı 3 kemoterapiden çıkması. Ama bize de başka bir şans bırakmıyordu doktorlar. ''Peki başlatın o zaman kemoterapiyi'' dedik, ''kendi rızanızla kemoterapiyi yaptırdığınıza dair kağıdı imzalayın'' dediler. O cevabı aldığımızda sinirden deliye döndük ve ''bu çocuğu bu hale siz getirdiniz, imzalamıyoruz o kağıdı'' dedik. ''O zaman yapacak birşey yok, yapılacak tüm müdahaleleri yaptık, hastanızı alıp çıkabilirsiniz hastaneden'' üstü kapalı tehdidiyle karşı karşıya kaldık.....

Ne yapacağımızı bilemez haldeydik iyice. Hastaneden çıkarttığımız an, eve ulaşamadan kaybederdik Şükrü'yü. Telefon görüşmeleri, hastane dekanıyla görüşmeler vs derken kağıdı imzalamak zorundaydık çaresizce.. Babam telefon açtığında ağlayarak ''oğlum ben kağıdı imzalıyorum, eğer bu çocuğa birşey olursa tek sorumlusu benim, kemoterapi kağıdında benim imzam var'' dedi... Başka seçeneğimizin olmadığını, Allah muhafaza Şükrü'müzü kaybedersek sorumlusunun kendisi olmadığını anlatmaya çalıştım. Kaldı ki Şükrü'müz konuşamıyor, yemek yiyemiyor, çok zor yürüyor, görme yetisini kaybetmek (%10 görüyordu) üzereydi. Ama yok, olmuyordu. Babam kendisini sorumlu tutuyordu kağıdı imzaladığı için.

Hemen vakit kaybetmeden kemoterapi hazırlıklarına başladılar o gün. İlk olarak damar yolları yıkandı. Ertesi gün de ilk kemoterapi verilecekti. O geceyi atlatırken dört bir yana haber salmış, Şükrü'müz için dualar istiyorduk. Herkesin dualarına ihtiyacı vardı Aslan Parçası'nın...

Cuma günü ilk kemoterapi verilmişti artık. Kemoterapiyle birlikte kusmalar başladı akşam saatlerinde. Vücutta ne varsa çıkartıyordu belli aralıklarla. Nefes alması bile değişmişti. Gece boyunca kusmaları devam ediyor, artık vücuttan atacak birşeyi kalmayınca safra çıkartmaya başlamıştı...

22 Ocak Cumartesi...

Cuma'yı Cumartesi'ye bağlayan gece sabaha karşı vücut ısısı düşmeye başlamıştı. Hemşireler 30 dakikada bir gelip ateşini ölçüyordu. Ölçümler 33,8 ile 34,2 arasında gidip geliyordu. Vücudu buz gibi, demir gibiydi ama sürekli ''abi dolaptan su şişesini ver'' diye fısıldayıp duruyordu. Şişeyi verdiğimde vücuduna sürüyor ''ohh dünya varmış, abi yanıyorum'' diyordu. Gün boyunca bu hali devam etti, hemşireler de ölçümlerine... Akşam saat 19:00 sularında kendisinin iyi bir muhabbeti olduğu genç doktor odaya girdi ve ''bugün nasılsın bakalım Şükrü?'' diye sordu. Ben de kendisine kusmalarından bahsedip ''hocam ateşi 33-34 civarı dolaşıyor ama sürekli -yanıyorum abi- diyor'' dediğimde doktorla göz göze geldik, ''şaka yapıyorsunuz di mi?'' diye sordu. ''Hayır şaka yapmıyorum, hayırdır?'' sorusunu yönelttiğim an, odadan koşarak çıktı doktor. Hemen peşinden ben de çıktım. Hemşirelerin dosyalarını açtı, Şükrü'nün değerlerine baktı, benim dediğim gibi 33-34 derece yazılı notları gördü ve hemen telefonu alıp 3-4 değişik yeri aradı, ''ekibinizi alıp çabuk 5.kata gelin'' diyerek kapattı telefonları.

''hocam neler oluyor?'' diye sordum, ''hiç iyi şeyler olmuyor'' diye yanıtladı ve ardından hemşireleri yanına alarak odaya yöneldi. Hepimiz korkulu gözlerle olup biteni anlamaya çalışırken, bir anda odaya 3'er, 4'er kişilik farklı 4 grup geldi ellerinde makinelerle. Odadan çıkartıldık ve içeriden kilitlediler kapıyı. Kendi acımızı bir kenara bırakıp anne ve babayı sakinleştirmeye çalışıyorduk. Bir ara odanın kapısı açıldı, bir hemşire odadan çıkıyordu, fırsattan istifade kafayı içeriye doğru uzatıp baktığımda Şükrü'me entübe (oksijen balonu takılması) yapıldığını gördüm. Artık iyice sona geldiğimizin ispatıydı bu.....

Yarım saat sonra odadan çıktıklarında Şükrü'm robot gibi yatakta yatıyor, her bir yanında kablolar bağlı, boğazına entübe takılı haldeydi. ''Yoğun bakıma almamız gerekiyor, Cerrahpaşa'da yer yok, başka bir hastaneye sevk edeceğiz birazdan'' dedi doktorlar. Sinirler daha da geriliyordu herkeste. Ve iyiden iyiye hastanenin bizim kaderimizi çizdiği fikri kafamda yerleşmeye başlıyordu... Tam o sırada 1 saat önce gelen genç doktoru görüp yanına gittim. ''Hocam ne oluyor, nedir durum, siz ne terslik gördünüz de bu aşamaya geldik'' dedim. ''Ateş ölçer cihazlar 40 dereceden fazlasını ölçemez ve 40 dereceden fazla olması durumunda 33-34 derece gösterir, muhtemelen 43-44 derece ateşi var'' dediğinde neye uğradığımı anlayamadım, ''nasıl yani ya? Şaka mı yapıyorsunuz? Bu çocuk tam 14 saattir 33-34 derece ateşle duruyor. Hemşireler 30 dkda bir gelip ölçüm yapıyorlar, bu saate kadar doktorlara niye haber vermediler, bunun ne anlama geldiğini bilmiyorlar mı?'' diye bağırmalara başladım. ''Haklısınız, kendilerince bir yorum getirmişler, sert bir dille uyarılacaklar merak etmeyin'' diye pişkince cevap aldığımda ise zıvanadan çıkmıştım artık; ''ulan bu çocuk ölüyor be ölüyor, sıçarım sizin sert dilinize de, uyarmanıza da, bu kadar mı ucuz lan insan hayatı sizin için?''

Aylardır konduramadığımız o malum sona adım adım yaklaşmıştık. Şükrü'm 14 saat boyunca cayır cayır yanarken en ufak bir müdahalede bulunulmaması, durumun tesadüfen ortaya çıkması ve ardından başka bir hastaneye sevk edilmemiz apar topar... Resmen hastaneden def edilmiştik. Sırf ölüm raporu o şerefsiz Cerrahpaşa Hastanesi'nden çıkmasın diye, başka bir hastaneye yollanmıştık. Zira 3 gün sonrasında o genç doktorla görüşmemde ''hocam siz o akşam tesadüfen gelmeseydiniz, Şükrü'm o geceyi çıkartır mıydı?'' dediğimde ''maalesef hayır'' yanıtını verdi.

Sonu belli olan bir maceraya çıkıyorduk. Ambulansla özel hastaneye sevk edilirken dostları aramaya başladım, durumdan haberdar etmek için... Artık tam anlamıyla ''sayılı günler''in içerisindeydik... Sona geldiğimizin farkındaydık ama konduramıyorduk işte... Çıkmadık candan umut kesilmez misali sonuna kadar mücadele edecektik, hazırdık bu duruma... Ettik de...

Ama olmadı işte...

O şerefsiz Cerrahpaşa Hastanesi'nden çıkışımız da, özel hastaneye yatışımız da, yoğun bakımdaki 4 günümüz de ufak bir romana konu olur...